Merhaba;
Ben Necati Çiftçi. Yakın dostlarım bana hep Neco der. 1953 yılında Türkiye’de Karşıyaka’da doğdum. Aslında benim için önemli olan deniz kenarı bir şehirde doğmuş olmam.
Sizlere iki deniz bir okyanus aşarak ulaşabiliyorum, ama bu mesafelerin önemi ortak lisan sanat ile ortadan kalkıyor.
Resimlerimde; anlaşılmaz, gizemli olmak gibi bir çabam hiç olmadı. büyülü ve süslü kelimelerle anlatılan resimler de hiç yapmadım. Hatta sonu ‘izm’ler ile biten akımlara da kapılmak istemedim. Ben çizdim, ben boyadım; onlar isim verdi.
Bir sergi davetiyesinde bir eleştirmen yazı yazdı ve ben tariflendim. Ekspresyonist, dışavurumcu. yani renkçi ve lekeci tarzda duygularını dışa vurumcu.
Tabloların duvara asıldıktan sonra yaşamaya başladıklarına inanıyorum; onu sevenlerle beraber yasamaya başlar, onlara yaşama sevinci verir. Bence en güzel tablo her kenarından asılabilen tablodur. Ben;görenleri şaşırtsa da evde bazen tabloları ters asarım. Hatta sabah kalktığınızda tablo size değişik gelir şaşırırsanız o tablo yaşıyor demektir.
Yirmiye yakın sergi açtım, mansiyon ve ödül aldım ama madalyaların hiç önemi yok. Önemli olan ruhlara madalya takmak olduğuna inanıyorum…
Sergilerde en zor olanda izleyicilere resimleri anlatmak zorunda kalmamdır. Her birinde gizlenmiş olan denizkızını bugüne kadar hiç anlatmadım.
Resimlerimde sadece Yağlı boya ve bununla birlikte yağlı boya yas iken efekt olarak yağlı pasteli karton veya tuval bezi üzerine kullanıyorum. Fırçalarımı sorarsanız aşırı büyükler; yani normal yağlı boya fırçası gibi; isin en zor yani; 10 kadar büyük fırçayı yaklaşık 2 saatte bir sıcak suda beyaz zeytinyağlı sabun ile yıkamak.
Ovalama tekniği ile boyanın fazla yağı alınarak kat kat çalışmak gerekiyor. Bütün bu tekniklerin yanında bir denizkızını hayal edemezseniz hiçbir ise yaramıyor.
Resim tutkum, beni hiç bırakmadı, herkes ne kadar şanslısınız dedi, bir hobiniz var, ne güzel vakit geçiriyorsunuz, ne güzel eğleniyorsunuz; halbuki resim tutkusu ayakta bir pranga, ayakta olsa iyi; beyinde ve yürekte; pranga hep sizinle beraber yaşıyor.
Diğer insanlar gibi sinemaya gitmek, saatlerce güneş altında uzanmak veya boş gözlerle etrafa umursamadan bakmak şansım hiç olmadı. Hep tutsak oldum. Hep rengi aradım, bir kadın vücudunda radyusların sonsuzluğunu inceledim, bir çiçekte bir böcekte takılıp kaldım. Hep hayran oldum, dalgalı bir denizde; sanki kırılan o dalga bendim, hatta koyu maviliklere de kaybolan o umarsız balıkta bendim. Acaba niye bazı şeyleri çok geç anladım, çok geç keşfettim. Tuval başında hep anladım ki ben geç kalmamışım, kendimi yeni tarif edebiliyordum. Her güzelliğin yanında o kadar aciz kaldım ki. Hele o renkleri doğadan taklit ederken o kadar zavallı oldum, hele onu çizeyim diye o kadar çok yoruldum….anladım ki; önceleri kabul etmediğim bazı güçler doğada bana kendini gösteriyor. Bense bunları sadece taklit etmeye çalışıyorum.
Artık hiçbir şeye bakmıyorum; sadece izliyorum, bazen bunun ölçüsünü de kaçırdığım oluyor. O kadar izliyorum ki beklide karsı tarafa rahatsızlık veriyorum. Ben bunları görebildiğim için çok şanslıyım. Birazda kağıda beze dökebiliyorsam daha da şanslıyım. Onun için ben herkesten daha çok yaşıyorum ama bu görüntü tüketimi çok yoruyor, yıpratıyor. Çevremdekilerin gösterdikleri toleransları hızla tüketiyorum. Acaba ben haksiz mıyım?
Bir resme başlamadan önce, resim dışında hiçbir şey düşünmek istemiyorum. En güzel şey resim yapmak için atölyeye gitmek; bazen yolda koşturduğumda oluyor. Sanki zihnimden bir şeyler uçup gidecek gibi. Resme başlayınca, hazırlık ve boya tüpünün kokusu ne kadar büyük bir heyecan; renk birde gülümsüyorsa, nefes bile almak zorlaşır; çoğu zaman oturduğunuz tabure ayağınızla çekiştirmekten devrilir. Bu anda çevre biter; ne bir ses, ne bir nefes, yasam durur. Artık beyin prangasını çözmüştür.
Bundan çok seneler önce, çok ünlü bir ressamın atölyesine ziyarete gitmiştim. Kendisi bütün ısrarlara rağmen çalışma yöntemi hakkında hiç bilgi vermedi, ama daha sonra samimi olduk, bir gün ben yanında iken çalışmaya başladı. Yanında büyük bir kutu içinde ne renk olduğu belli olmayan bükülmüş sıkılmış yüzlerce boya tüpleri vardı. Hiç bakmadan elini boyaların bulunduğu karton kutuya daldırıyor, eline aldığı tüpün rengine aldırmadan resim yapmaya devam ediyordu. Ben çok şaşırdım; çünkü ben o zamanlar; değil bakmamak, tüplerin üzerindeki yazıları bile tek tek okuyordum; benimle alay ediyor sandım ve canım çok sıkıldi. Şimdi ise bende öyle çalışıyorum; artık renklerin matematik şifre ile sürülmesi gerekmiyor, ne olduğu belli olmayan tüp öyle bir yer buluyor ki, legoyu birleştirmiş çocuklar gibi seviniyorum.
İkinci evrede bir durgunluk ve telaş başlıyor, çevre sesleri kulağıma geliyor, Radyoda çalıyormuş, sinirle radyo boyalı ellerle kapatılıyor ve radyonun o günkü rengi değişiyor. Dua edin ki o sırada telefonla arayan siz olmayın. Beş dakika ara keşke bir sigara içebilsem ikilemi. Sanki resim karsınızda bir kırmızı şal; siz de bir boğasınız.
Üçüncü evre başlıyor; mutlaka galip çıkmalısınız; yoksa bütün malzeme hayallerle birlikte atılacak. Sakin olmalıyım diyerek tekrar başlıyorsunuz; tam o arada bir renk veya desen sizi kamçılıyor ve soluksuz hamleler yapıp resmin sonunu görebiliyorsunuz; ama ulaşamıyorsunuz. Hep bu devinim böyle devam ediyor. Bu arada yere düşen tüpler eziliyor, üzerinde farkında olmadan gezinildiği için yerler boya içinde ama sanki bir tablo.
Resim karsısına geçip bir daha bakmak çok güzel bir an keşke biri yanınızda durup onu elinizden kurtarabilse…
Resim dostlarına güzel ve renkli günler dilerim. Hoşçakalın.
MN.Çiftçi
Web sitesi trafiğini analiz etmek ve web sitesi deneyiminizi optimize etmek amacıyla çerezler kullanıyoruz. Çerez kullanımımızı kabul ettiğinizde, verileriniz tüm diğer kullanıcı verileriyle birlikte derlenir.